Bir makinistin oğlu olarak 1904 yılında Şili nin Parral kentinde doğmuştur. Esas ismi Neftali Ricardo Reyes Basalto dur. Daha sonraları Çek şair Jan Neruda'ya olan büyük sempatisinden dolayı Pablo Neruda ismini seçmiştir.Lise den sonra pedagoji okumuş, sonra çeşitli gazete ve konsolosluk görevlerinden sonra 1934-1936 yılları arasında Şili'nin Madrid konsolu olmuştur. İspanyada cumhuriyet için çabalarından dolayı o zamanın General Franco yönetimi tarafından yurtdışı edilmiş ve oradan 1943 yılına kadar Meksika konsolluğuna atanmıştır. 1945 yılında Şili Komunist partisi üyesi olmuş ve daha sonraları 1949.1952 yılları arasında Sovyetler Birliği ve Çin'de yaşamıştır. Aynı partiden senatör seçilen Neruda o yıllardaki baskı rejimi tarafından tutuklanacağı için belli bir süre avrupada sürgün hayatı yaşamış 1952 de tekrar Şili'ye dönmüştür. 1957 yılında Şili yazarlar birliği başkanlığına seçilmiş 1969 yılında Şili Başkanlığı için Komunist partisince aday gösterilmiştir.Fransa başkonsolosluğuda yapan Neruda 21. 10. 1971 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülünün sahibi olmuştur.1972 yılında tekrar Şili'ye dönüşünde coşkulu bir şekilde karşılanmış ama 11. 9. 1973 tarihinde Salvador Allendes in öldürülüp faşist Pinochet cuntasının hükümeti devirmesiyle Santiago daki evi yağmalanmış ve bu arada kansere yakalanmış olan Neruda 24. 9. 1973 tarihinde Santiago hastanesinde hayata veda etmiştir.
Onun cenaze töreni Baskıcı cunta rejimine rağmen faşist teröre karşı büyük bir protesto yürüyüşüne dönüşmüştür.
|
Nazım'a Bir Göz Çelengi
Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız
şimdi? Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek
miyiz bir daha? Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne
yapacağız? Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun
birleştiği Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu?
Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana
Denizden esen acı rüzgâr katsaydı önüne onları Bulutlar gibi, yaprak
gibi uçarlar Düşerlerdi orada, uzakta. Yaşarken kendine seçtiğin Ve
ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa.
Sana Şili'nin kış
krizantemlerinden bir demet sunuyorum Ve soğuk ay ışığını güney
denizleri üzerinde parıldayan Halkların kavgasını ve kavgamı benim Ve
boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan... Kardeşim benim,
adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım sensiz. Senin çiçek açmış bir
kiraz ağacına benzeyen yüzünden yoksun dostluğumuzdan, bana ekmek olan,
rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan Zindanlardan kopup
geldiğinde karşılaşmıştık seninle Kuyu gibi kapkara zindanlardan
Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları Ellerinde izi vardı
eziyetlerin Hınç oklarını aradım gözlerinde Oysa sen parıldayan bir
yürekle geldin Yaralar ve ışıklar içinde.
Şimdi ben ne yapayım?
Nasıl tanımlanır Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya
Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın, Senin halksal bilgeliğinden ve
yüce şair onurundan yoksun? Teşekkürler, böyle olduğun için! Teşekkürler
o ateş için Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca.
FEDERICO GARCIA
LORCA’YA YANIK ŞİİR
Issız bir evde,
Korkudan ağlayabilseydim;
Gözlerimi çıkarabilsem de,
Yiyebilseydim;
Senin sesin için yapardım
Bunları,
Yaşlı portakal ağacı sesin;
Senin şiirin için yapardım
Bunları,
Çığlık çığlığa fışkıran şiirin.
Baksana,
Maviye boyuyorlar hastaneleri,
Senin için;
Kıyıdaki kenar mahalleleri
Ve okullar,
Senin için büyüyorlar;
Tüy salıyorlar,
Yaralı melekler;
Pullar örtünüyor,
Düğün balıkları;
Deniz kestaneleri,
Göğe uçuyorlar;
Siyah tülleriyle terzi dükkanları:
Kanla doluyorlar, kaşıklarla,
Senin için;
Ve
Yutuyorlar,
Yırtılmış kurdeleleri;
Öz canlarına kıyıyorlar,
Öpüşe öpüşe;
Ve ak sadeler giyiniyorlar.
Bir şeftali ağacı
Giyinip de,
Kuş gibi seğirtirken sen;
Kasırga gibi fırıl fırıl,
Bir pirinç gülüşüyle gülerken;
Türküler çağırdığında;
Allak bullak ederken,
Atardamarlarını,
Dişlerini, gırtlağını,
Parmaklarını;
Vay ne şirindin,
Kahrolurdum ben
Kahrolurdum ben
Kızıl göller için:
Güz ortasında bir şahbaz at
Ve kana belenmiş bir tanrıyla,
Beraber yaşadığın.
Kahrolurdum ben,
Mezarlıklar için:
Gece, sesi kısılmış
Çanlar arasından,
Suyla, mezarlarla küllenmiş
Nehirler gibi geçen;
Nehirler:
Hasta asker koğuşları sanki,
Tıklım tıklım dolu;
Ve matem yağlı ölüme,
Çürük taçlı mermer şifreli ölüme,
Nehir nehir gelen ölüme doğru;
Birdenbire taşıveren nehirler.
Gece, ayakta, ağlaya ağlaya,
Boğulmuş çarmıhların geçişini
Seyrederken sen;
Kahrolurdum seni görmek için:
Bak,
Ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun
Perperişan;
Garip kalmış köşelerde başın,
Durmaz ha, durmaz gözlerin
Ağlar yaşın yaşın.
Gece ve çıldırasıya yalnız,
Külleri ısıra ısıra;
Dumanı, gölgeyi, unutmayı:
Siyah bir huniyle yığabilseydim,
Trenlerin, gemilerin üstüne;
Filizlendiğin ağaç için,
Yapardım bunları,
Topladığın,
Yaldızlı su yuvaları için;
Sarmaşık için,
Yapardım bunları;
Gecenin sırrını sana ileterek,
Kemiklerini saran
Sarmaşık için.
Islak soğan kokusu gelen
Şehirlerden,
Seni bekliyorlar;
Boğuk bir sesle,
Şarkı söyleyerek
Geçesin diye.
Yeşil kırlangıçlar,
Saçlarının arasına yapıyorlar,
Yuvalarını;
Dilsiz sperma sandalları,
Peşin sıra geliyorlar;
Sümüklü böcekler, haftalar,
Yelkenleri düşürülmüş serenler,
Kirazlar da,
Dönüveriyorlar ossaat:
Gözükünce solgun başın,
On beş gözlü başın,
Al kan içindeki ağzın.
Şehrin otellerini,
İsle doldurabilseydim;
Hıçkıra hıçkıra,
Yok edebilseydim
Çalar saatları;
Ezik dudaklarıyla yaz ayı,
Evine nasıl gelecek,
Göreyim diye
Yapardım bunları;
Yığın yığın insanların,
Melil mahzun tantanalarıyla
Ülkelerin,
İşlemez sabanların,
Gelincik çiçeklerinin;
Mezar kazıcıların, süvarilerin,
Kanlı haritaların, gezegenlerin,
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye;
Yapardım bunları.
Küllerle örtülü dalgıçların,
Uzun bıçaklarla delik deşik olmuş
Meryem Ana tasvirlerini
Sürüte sürüte gelen maskelerin;
Damarların, köklerin, hastanelerin,
Karıncaların, su gözelerinin,
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye;
Yapardım bunları.
İçine kapanmış atlının
Örümcekler arasında öldüğü
Bir yatakla,
Gecenin;
Kinden, dikenlerden bir gülün,
Sarıya çalan bir geminin,
Rüzgarlı bir günle, bir bebeğin;
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye:
Yapardım bunları.
Ben, Oliverio, Norah,
Vicente Aleixandre, Delia,
Maruca, Malva, Marina,
Maria Luisa, Larco, La Rubia,
Rafael Ugarte, Cotapos,
Rafael Alberti, Carlos,
Manolo Altolaguirre, Bebé,
Molinari, Rosales, Concha Méndez,
Ve daha da unuttuklarım;
Evine nasıl gelecektik,
Göreyim diye
Yapardım bunları.
Gel de taçlar takayım,
Gel, sağlık esenlik delikanlısı,
Gel, kelebek kıravatlı civan;
Sen ey,
Sonsuz hür siyah bir şimşek gibi:
Pırıl pırıl insan;
Madem, geç vakitlere dek,
Kalınamıyor daha kayalıklarda;
Bari aramızda konuşalım,
Gel,
Şöylece bir, olduğumuz gibi;
Çiğ için olmadıktan sonra,
Şiirlerde n'olacak yani?
Bir ağu hançerin,
İçimize işlediği bu gece için
Olmadıktan sonra;
Şiirlerde n’olacak yani?
Bu tan kızıllığı için,
Olmadıktan sonra;
İnsanın vurulmuş yüreğinin,
Ölüme hazırlandığı,
Şu viran köşe için olmadıktan sonra
Şiirlerde n’olacak yani?
En çok gece, geceleyin:
Kıyamet gibi yıldızlardır,
Dolmuşlar hepten ırmağa;
Bir kurdele gibiler,
Fakir fukara dolu evlerin
Pencerelerindeki..
Bir ölen var,
Onların evlerinde;
Bürolarda, hastanelerde belki,
Belki asansör ve madenlerde,
İşlerinden oldular.
Onulur şey değil yaraları,
Yaratıklar,
Acı çekiyorlar.
Her yanda dert yanış,
Her yanda,
Vay şuymuş vay bu;
Pencereler,
Göz yaşıyla dolu,
Aşınmış eşikler,
Göz yaşından;
Yüklükler ıslak,
Bir dalga gibi
Halıları dişlemeye gelen
Göz yaşından,
Oysa ki yıldızlardır akar
Uçsuz bucaksız bir nehirde.
Federico,
Dünyayı görüyorsun.
Yolları görüyorsun,
Sirkeyi görüyorsun;
Birkaç ayrılıştan,
Taşlardan, raylardan gayrı,
Kimseciklerin kalmadığı,
Köşeden:
Duman ha deyince,
Zalim tekerleklerine;
Hoşça kalları görüyorsun,
İstasyonlardaki..
Her yanda, sorunlar koyuyorlar,
Çeşit çeşit insan var:
Kanlı bıçaklı kör var,
Öfkelisi, ümitsizi var,
Yoksul var, tırnak ağaçları var;
Şunun bunun sırtından,
Geçinmek sevdasıyla;
Harami var.
Hayat böyle, Federico,
Ey babayiğit,
Ey kara sevdalı adam.
Sana,
Dostluğumun sunabileceği şey
İşte bunlar..
Sen de epeyce şey biliyorsun
Şimdiden.
Yavaş yavaş, daha da,
Öğreneceklerin var.
(Türkçeye çeviren: Enver Gökce)
BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRİ YAZABİLİRİM
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.
Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece
Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında
Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim
O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla
Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi.
Ota düşen çiğ gibi, düşmekle şiir cana
Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa.
Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana
Hepsi bu. Uzaklarda şarkı söylüyor biri.
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi
Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana
Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim
Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona
Ellere yar olur. Öpmemden önceki gibi.
O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla
Artık sevmiyorum ya severim belki yine
Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda
Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona
(Türkçeye çeviren: Sait Maden)
GÜZDE UNUTULMUŞ
Saat yedi buçuğuydu güzün
Ve ben bekliyordum
Kimi beklediğim önemli degil.
Günler, saatler, dakikalar
Bıktılar benle olmaktan
Çekip gittiler azar azar
Kaldım ortada, tek başıma
Kala kala kumla kaldım
Günlerin kumuyla, suyla
Bir haftanın artıklarıyla kaldım
Vurulmuş ve hüzünlü
Ne var, dediler bana Paris’in yaprakları
Kimi bekliyorsun?
Kaç kez burun kıvırdılar bana
Önce ışık, çekip giden
Sonra kediler, köpekler, jandarmalar
Kalakaldım tek başıma
Yalnız bir at gibi
Otların üstünde ne gece, ne gündüz
Sadece kışın tuzu
Öyle kimsesiz kaldım ki
Öyle bomboş
Yapraklar ağladılar bana
Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi
Düştüler son yapraklar
Ne önceleri, ne de sonra
Hiç böyle yalnız kalmamıştım
Bu kadar
Ve kimi beklerken olmuştu
Hiç mi hiç hatırlamam.
Saçma ama bu böyle
Bir çırpıda oldu bunlar
Apansız bir yalnızlık
Belirip yolda kaybolan
Ve ansızın kendi gölgesi gibi
Sonsuz bayrağına doğru koşan.
Çekip gittim, durmadım
Bu çılgın sokağın kıyısından
Usul usul, basarak ayak uçlarıma
Sanki geceden kaçıyor gibiydim
Ya da karanlık, kükreyen taşlardan
Bu anlattıklarım hiçbir şey değil
Ama başıma geldi bütün bunlar
Birini beklerken, bilmediğim
Bir zamanlar.
(Türkçeye çeviren: Hilmi Yavuz)
Amerika Sevdası
Takma saç ve üniforma
paltolardan önce
vardı ırmaklar, candamarları gibi ırmaklar,
aşınmış
dalgalarının tepelerinde kondor'un ve kar'ın
kımıltısızca durduğu sıradağlar
vardı:
nem ve yabanıl orman da bulunurdu, henüz
adı olmayan şimşek,
gezegenimsi bozkırlar.
İnsan topraktı, kaptı, titreyen bataklığın
gözkapağı, bir çeşit balçıktı,
Karaib maşrapası, Chibcha taşıydı,
sultan kupası ya da Arauco çakmaktaşıydı.
Genç ve acımasızdı, gene de
kanlı kristalden
yapılma silahının kabzasında basılıydı
dünyanın
başharfleri.
Onları
ansıyamadı sonraları hiçkimse: rüzgâr
unuttu
onları, toprağa gömüldü
suyun dili, yitirildi anahtarlar
ya da boğuldu
sessizlik ve kanda.
Yaşam yitirilmedi, çoban kardeşlerim.
Ama
yabanıl bir gül gibi
düştü kızıl bir damla ormana,
ve bir yerlambası
söndü.
Öykünün akışını anlatmak için buradayım.
Yaban öküzünün
barışından
dünyanın bir ucunda kırbaçlanan
sahillere dek, Antartik
ışığıyla toparlanmış
köpük yığınlarında ve bunaltan
karanlıklarda,
Venezuella sakinliğinin
dikkaya oyuklarında aradım
seni, babam benim,
karanlığın ve bakırın genç savaşçısı,
ya da seni, gelinlik bitki,
yatırılmaz saçörgüsü,
ana-timsah, metalik güvercin seni.
Ben,
dipçamurun gururlu İnkası
dokundum taşa ve dedim ki:
Kim
bekler
beni? Ve ezdim bir avuç
sırçayı parmaklarım arasında.
Gene de dolandım
durdum
zapoteka-çiçekleri arasında,
ve ışık bir geyik kadar yumuşaktı
ve gölge yeşilce bir gözkapağı.
Sen memleketim benim, adsız,
Amerikasız,
gündönümünün taçyaprağı, erguvan mızrak,
köklerimden sürünür
kokun tepeme dek,
boşalan kadehime dek, en taze söze dek,
henüz ağzımdan
doğmamış olana dek.
(Türkçeye çeviren: Ismail Aksoy)
Asma Çubuğu Ve Rüzgar
Bir şarkıcıyım ben,
Avrupa’nın bağlarında dolaştım;
Gezindim rüzgarlar altında.
Asya’nın
rüzgarı altında.
Yaşamlar içinde en iyisi
Yaşam bile,
Dünyanın tadı;
Ak pak barış bile;
Avareydi
Devşirdim
Evet devşirdim.
Başka toprakların
En iyisi
Yüceltti şarkısını dudağımda;
Bağların ortasında
Barışın ve rüzgarın özgürlüğü!
İnsanlar
nefret ediyor gibiydiler
Birbirleriyle.
Yine de aynı gece
Birbirlerinin üzerlerini
Örtüyorlardı.
Bizi uyandıran
Tek ışık
Dünyanın ışığıydı bu!
Evlerine girdim,
Yemek yiyorlardı masalarında;
Fabrikadan çıkmıştılar,
Gülüşüp ya da ağlaşıyorlardı.
Ve de
Hepsi birbirine benziyordu.
Ve hepsi de
Gözlerini ışığa
çeviriyorlardı
Yollarını arıyordu hepsi de.
Hepsinin bir ağzı vardı
Türkü çağırıyorlardı,
Türkü çağırıyorlardı
İlkbahara dönük!
Hepsi.
İşte rüzgarda
Bağ çubuklarının arasında
En iyi
insanları devşirdim
Şimdiyse dinlemeniz gerek beni
Aşk
Bunca gün, ah, bunca gün
görmeyi seni böyle kırılgan, böyle yakın,
nasıl öderim, neyle öderim?
Uyandı kana susamış
ilkbaharı koruların,
çıkıyor tilkiler
inlerinden
çiylerini içiyor yılanlar,
ve ben gidiyorum seninle
yapraklarda
çamlar ve sessizlik arasında,
sorarark kendime nasıl, ne
zaman
ödeyeceğim diye şu bahtımı
Bütün gördüklerim içinde
yalnız
sensin hep görmek istediğim
dokunduğum her şey içinde
senin tenindir hep
dokunmak istediğim:
seviyorum senin portakal kahkahanı
hoşlanıyorum
uykudaki görüntünden
Ne yapmalıyım, sevgilim, sevdiceğim
bilmiyorum
nasıl sever başkaları
eskiden nasıl severlerdi,
yaşıyorum, bakarak,
severek seni,
aşk tabiatımdır benim
Her ikindi daha da hoşuma
gidiyorsun.
Nerde o? Hep bunu soruyorum
kaybolduğunda gözlerin
Ne kadar geç kaldı! Düşünüp inciniyorum,
yoksul, aptal, kasvetli
duyuyorum kendimi
geliyorsun sen, bir esintisin
şeftali ağaçlarından
uçan.
Bu yüzden seviyorum seni, bu yüzden değil
o kadar neden var
ki, o kadar az,
böyle olmalı aşk
kuşatan, genel
üzgün, müthiş,
bayraklarda donanmış, yaslı,
yıldızlar gibi çiçek açan,
bir öpüş
kadar ölçüsüz.
Bayraklar Nasıl Doğar
Bayraklarımız her zaman böyle
doğmuştur.
Halk işlemiştir onları
Tüm sevgisiyle
Onun parçalarını
dikmiştir
Bütün yoksulluğuyla
Ve yıldızı çivilemiştir
Canı gönülden
Gökte ya da gömlekte vatanın yıldızı için
Bir mavi kesmiştir
Ve
damla damla
Kırmızı doğmuştur
(Türkçeye çeviren: Enver Gökce)
Buğdayın Türküsü
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği
aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar
yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl
filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız
ölümlerde.
(Türkçeye çeviren: Hilmi Yavuz)
Görkemli ölüm çağırdı
beni bir çok kez
Görkemli ölüm çağırdı beni bir
çok kez:
dalgalardaki görünmez tuzdu O,
ve farkedilmez tadındaki yayılan
şey
uçurum ve doruğun parçaları gibiydi
ya da rüzgâr ve yağmurdan
kocaman evlerdi.
Demir grisi bu yumurtaya geldim, havanın
ensizliğine, tarımın ve kayanın ölü şebnemine,
yıldızsızlığın son
basamağına,
başdöndürücü bu helezon yola:
ama sen, yayılmış deniz, ey
ölüm! yaklaşmıyorum
sana her bir dalganda,
ne ki gecesel açıklığın
dörtnalası
ya da gecenin bütün toplamı gibi geliyorum.
Hiç
yeltenmedin ceplerimizi karıştırmaya, senin varışın
ancak
kızılın en
güzel giyitinde olasıdır:
kuşatılmış sessizliğin sabahkızılı halısında:
gözyaşlarının gömülü büyük vasiyetnâmesinde.
Her insanda bir ağaç
sevemedim
omuzlarındaki küçük ilkbaharlarıyla (bin yaprağın
ölümü) ,
bütün sahte ve topraksız ölümler,
uçurumsuz yeniden dirilmeler:
yüzmek
isterdim o engin hayatta,
o geniş deltalarda,
ve kaynak tazesi ellerimin
avutulmaz hayatsızlığını
dolanmaması için yolu ve kapıyı kapattığında,
ve azar azar yadsıdığında beni insan
ve dolandığımda caddeden caddeye,
ırmaktan ırmağa,
kentten kente, yataktan yatağa,
ve tuz maskelerim
dolandırıp durduğunda çorak toprakta,
ve en son alçakgönüllü lambasız
evlerde, ateşsiz,
ekmeksiz, taşsız, rahat yüzü görmeden,
yapayalnız
kıvrıldım ölürcesine kendi ölümümün
içlerine doğru.
(Türkçeye çeviren: Ismail Aksoy)
İnsan ve toprak
birleşir
Araukanya, dalgalanan meşe dalı,
ey acımasız memleket, esmer sevgili,
sen yalnızlığın yağmur yüklü
ülkesi:
sadece mineral boğazdın sen,
kömürden eller, yumrukların
alışmış kayaları parçalamaya;
Anayurt, sen katılığın barışıydın,
ve
omuzların isyandı senin,
çiy'den görünüş, yatıştırılamaz rüzgâr.
Benim Araukanya'lı atalarım taşımadı
ışıklı tüyden miğferleri,
gelinlik bitkilerde soluklanmadılar,
altın'ı eğirmediler papaz için,
taş ve ağaçtı onlar,
fırtınanın kırbaçladığı kayalık uçurumun kökleri,
mızrağa benzeyen yapraklardı onlar,
savaşçı metalden yapılmış kafalar.
Atalar, nerdeyse irkilmediniz
dörtnal seslerinden, ve dağların
şakaklarına
henüz varmamıştı
Araukanya şimşeği.
Taştan gölgeye
dönüştü atalar,
Ormanla birlikte kaynaştı, doğanın
karanlığıyla
birlikte, buzun şimşeği oldular,
toprak ve akdikenden bir katılık oldular,
ve böylelikle beklediler yılmaz
yalnızlığın dibinde:
kızıl bir
ağaçtı biri gözlemede,
başka biri dinledi sağır bir metal gibi,
bir
başkası bir rüzgâr çarpmasıydı ve delip geçen sesti,
patikanın renklerine
sahipti başka biri.
Anayurt, kardan gemi,
dayanıklı yaprak,
orda
doğdun işte, senin insanın
topraktan bayrağını istediğinde,
toprak ve
hava ve taş ve yağmur,
yaprak, kök, koku ve uluma
sardığında oğulu
kundağa bir poncho gibi,
sevdi ve korudu onu.
İşte böyle doğdu ortak
anayurt:
kavgadan önceki birlik.
(Türkçeye çeviren: Ismail Aksoy)
Kuşlar gelir
Herşey kaçış içerisindeydi
toprağımızda.
Kanı nasıl emerse tüy
öylesine emiyordu kardinaller de
kanı
Anahuac'ın şafağından.
Tukan parlatılmış yemişlerin
mucizevi
koruyucusuydu,
yıldırımların ilk kıvılcımlarını
saklayan arıkuşuydu
ve kıvılcımların küçük ateşi
kımıltısız havada yalazlandı.
Yeşil
altın külçeleri kadar
usulca akan kütlenin aksırığı
yükseldi taşkın
bataklığın üstünde,
azametli papağanlar doldurdu
sararmış yaprakların
esrarını,
ve yusyuvarlak gözlerinde
mineraller kadar eski
sarı bir
halka baktı durdu.
Gökyüzünün bütün kartalları
o kimsenin oturmadığı
mavide
saygı gösterdi kanlı akrabalarına;
ve yırtıcı kanatlarıyla
uçtu geçti dünya üzerinden
kondor, katillerin kralı
yalnız keşişi
gökyüzünün
siyah muskası kar'ın
fırtınası şahin avının.
Hornero-kuşu'nun yapı sanatı
mis kokulu balçıktan,
sesli küçük
mizansenlerle
dansetti şarkısıyla.
Atajacamino kuşu kopardı
rutubetli çığlığını
derin göletlerin kıyısından.
Araukanya'lı
orman-güvercini pürüzlü
yuvalar kurdu, çelik mavisi
yumurtasının kralsı
armağanını
bıraktığı ıssızlığa.
Güney'in loica'sı, sonbaharın
mis kokulu, tatlı marangoz kızı
gösterdi kıpkızıl yıldızlarla
süslenmiş göğsünü,
ve Antartik chingolo'su
havaya kaldırdı, demincek
suyun sonsuzluğundan aldığı flütünü.
Ama bir nilüfer gibi nemli,
gül renkli katedral kapılarını vurdu
telliturna geniş ağzında
ve
uçtu gitti sabah-kızıllığı gibi
sıcak ormandan çok uzağa,
birdenbire
uyanan, devinen ve sonra
sıvışan ve parıldayan ve kızoğlankız sıcaklığını
uçsun diye bırakan quetzal-kuşu'nun
mücevherlerinin asılı olduğu yere
doğru.
Bir deniz-dağı uçuyor
adalara doğru, kuşlardan
bir ay
Peru'nun mayalanmış
adalarına kanat çırpıyor.
Yaşayan bir gölge akımı
bu,
titreyen, kuyruklu bir yıldız bu,
küçücük ve sayısız yürekten
yapılmış,
uçuyor adalardenizine doğru,
karartarak dünyanın güneşini
donuk duvaklı bir yıldız gibi.
Ve orada, isyâncı denizin bitiminde,
okyanusun yağmurunda,
yükseltir albatros tuzdan düzenekler
gibi
kanatlarını
ve çeker gider sessizlikte
kudurgun boraların
hiyerarşisinde
yalnızlıkların huzuru arasında.
(Türkçeye çeviren: Ismail Aksoy)
Matilde'ye Sone
Seni sevdiğimi göreceksin
sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük
sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi
sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik
sevmiyorum seni.
Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu
belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.
Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum
seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.
(Türkçeye çeviren: Hilmi Yavuz)
Oğulları Ölen Analara
Türkü
Onlar ölmediler yok,
Ateş
fitilleri gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!
Karıştı,
bakır tenli
Çayır çimene,
Karıştı,
O canım hayalleri:
Zırhlı bir
rüzgâr,
Perdesi gibi;
Bir set gibi:
Kızgın çehreli,
Göğüs gibi:
Göğün görünmez göğsü gibi!
Analar, onlar ayakta
Buğday
içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi.
Bir çan darbeleri gibi,
Onlar.
Ölmüş
gövdeler arasında,
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi
Onlar,
Kara bir
ses gibi.
Ey canevinden vurulmuş,
Toz duman olmuş bacılar!
İnanın
oğullarınıza.
Kök oldu onlar,
Sade kök:
Kan suratlı,
Taşlar
altında.
Karışmadı toprağa,
Dağılmış kemikçikleri.
Ağızları ısırır
hala,
Kuru barutu;
Ve demir bir okyanus gibi,
Titreşirler hâlâ.
Ben ölmedim, der,
Yumrukları;
Yukarı kalkık yumrukları,
Daha.
Bunca yere düşmüşlerden,
Yenilmez bir hayat doğar:
Bir tek beden
olur,
Analar, bayraklar, çocuklar,
Hayat gibi canlı tek bir beden;
Bir yüz bekler karanlıkları,
Ölü gözleriyle,
Kılıcı dopdolu,
Dünya ümitlerinden.
Dursun,
Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin,
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:
Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz
gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya
kadar.
Oğullarınızı bilirdim,
Unutmadım acılarınızı.
Ölümleriyle
nasıl kıvandıysam,
Hayatlarıyla da öyleyimdir.
Onların gülüşleridir:
Karanlık atölyeleri ışıtan.
Her gün metroda, yanıbaşımda:
Onların
ayak sesleridir,
Çın çın.
Akdeniz portakallarında,
Güney ağları
içinde;
Yapılarda,
Basımevi mürekkeplerinde;
Kalplerini tutuşur
gördüm onların,
Güçle, yangınla.
Ben de sizler gibiyim, analar.
Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu.
Gülüşlerinizi öldüren kanla,
Serpilip gelişmiş;
Bir orman gibidir kalbim.
Günlerin kahredici
yalnızlığı,
Uyanışın sisli öfkeleri
Girmiştir içine.
Susamış
sırtlanları,
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan
sesini;
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün
ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.
(Türkçeye çeviren: Enver Gökce)
Ölüm
I
Dünyaya birçok kez
gelmişim
Yok olmuş yıldızların dibinden
Ellerimde tuttuğum
Ölümsüzlük bağlarını dokuyarak
Şimdi öleceğim yeniden
Vücudumu örten
toprağa sarınarak!
II
Ne papazların sattığı
Gökyüzünden bir
parça aldım.
Ne de tembel zenginler için
Metafizikçilerin,
Düzüp
koştuğu, karanlıklardan.
III
Ölüm içinde yoksullarla bir olmak
istiyorum
Göğü elinde tutanların kamçıladığı
İnceleme yeteneği
olmayanlarla!
Şimdiyse ölüme hazırım
Beni saran bir elbise gibi
Sevdiğim renkten
Boyu posuma tıpatıp; uygun
Ve benim için gerekli
olan
Beni saran bir elbise gibi!
(Türkçeye çeviren: Enver Gökce)
Şimdi de Küba
Ve o zamandan beri kan ve kül
aktı.
O zamandan beri yalnız kaldı palmiyeler.
Küba, aşkımsın
sen benim, işkence tezgâhına
bağladılar seni,
bozdular yüzünün
güzelliğini,
solgun altın bacaklarını ayırdılar birbirinden,
narla
ezdiler cinselliğini,
delik deşik ettiler seni bıçaklarla,
paramparça
ettiler, yakıp kavurdular seni.
Şirinliğin vadisi arasından
geldi
cellâtlar,
ve sis içindeki yüksek platolarda
kayboldu oğullarının zırh
bitkisi.
Gene de teker teker götürüldü onlar,
öldürülmek için orada,
işkence içinde paramparça edilmek için,
ayaktopuklarının altından kayan
yumuşak çiçektopraklarından yoksun.
Küba, aşkımsın sen benim, hangi
ateşli ürperiş
sarstı seni bir dalga köpüğünden ötekine,
sen temizliğin
kendisi olana dek,
yalnızlık ve ıssızlık, sıklık oluncaya dek,
ve
yengeçler kapışıyorlar
oğullarının kemiklerini.
(Türkçeye çeviren: Ismail Aksoy)
Unutmak Yok
Bunca zamandır nerede olduğumu
soracak olursan
'Oldu birşeyler' demeliyim
oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.
Korumasını
bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
ya da
çığlığını kızkardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle
kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden?
Nereden geldiğimi sormayacak mısın?
Anlatayım sana;
Kırık
şeyleri
Acılı kapları
Sık sık tozlanan koca sığırları
ve tutulu
kalbimi.
Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler,
ne de
anılardır kuşaktan kuşağa akan.
Ağlayan yüzlerdir bunlar,
Parmaklardır
gırtlağımızdaki,
ve toprağa düşen yapraklardır.
Yiten günün
karanlığıdır.
Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki.
İşte menekşeler
ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
açıkta zaman
tatlılığı artan.
Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt
vereceğimi bilmiyorum.
O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl
güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar
çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak
istediklerim.
YABANCI ŞAİRLERE DÖN
|